12 Aralık 2007 Çarşamba

ÖKÜZLERİMİZ VARDI

Prof.Dr. Harun BAYTEKİN


Sevgili Okurlar,

Bundan birkaç ay önce Muhabir arkadaşımız Seçkin SAĞLAM “Hocam gazetemize köşe yazısı yazar mısınız?” diye sorduğunda “hay hay diye” cevaplamıştım ama o gün bu gündür bir türlü kısmet olmadı. Ancak geçenlerde internetteki bir guruba kısa bir yazı düştüğümde Kıymetli Dostumun, “tespitleriniz çok güzel, bunları değerlendirmelisiniz” demesi ve bana ciddi destek vermesinden cesaret alıp, kırsalda yaşadıklarımı, gelişen olayları Gazetemizin istediği sürece yazmaya çalışacağım. Amacım, köylerimizde teknoloji savurganlığını, zengin olmaya çalışırken aslında fakirleştiklerini, sadece yalancı bir zenginlik yaşayabildiklerini vurgulayıp, kendi öz değerlerine daha fazla sahip çıkmaları gerektiğini öğütlemektir.

Evet, öküzlerimiz vardı bir çift. Çok uzun yıllar sonra Ziraat Fakültesi ikinci sınıfta okurken, Hayvan Yetiştirme ve Islahı dersinde Boz Step Sığırı ırkından olduklarını öğrendim onların. Gerçekten çeki gücünden yararlanılan dev gibi hayvanlardı çocukluğumda. Heybetleriyle güven verirler, dağ bayır demeden her işe koşarlardı.
Yedi yaşında Dedemlerin yanına geçivermiştim ne olduğunu anlamadan. Bildiğim okula daha yakındı evleri. Ninemle Dedem yalnızlardı. Onların ayakları olacaktım herhalde.
Ninemlerle oturduğumuz ev iki oda bir salondan ibaretti. Yaklaşık iki dekarlık bir avlunun içinde, samanlık, öküzlerin ve sığırların ahırları hepsi bir düzen içinde yerleşmişti. Hepsi kerpiçten itina ile yapılmışlardı. Sanırım çatıları da yırtma ağaç ve tahtadandı. Evin ve ahırların bulunduğu kesimde, inekler, öküzler, tavuklar hepsi bir arada dururlardı. Folluklar duvarlara belli aralıklarda yerleştirilmişti. Yumurtalar öğleden sonra toplanırdı hep. Ama içinde mutlaka bir tane bırakılırdı tavuklar folluğu bilsinler diye. Avlunun yarısı ise bahçeydi. Erik, ayva, armut, muşmula, incir, asma, dut aklınıza gelebilecek bütün meyvelerden bulunurdu. Ayva biraz fazlaydı. Yaz boyunca meyve eksik olmazdı. meyvelerin üst tarafına bahçe ekerdik. Bahçenin hemen üst tarafında koca dutun altında hasır tezgâhı vardı. Rahmetli Ninem kendi ihtiyacımız için bazen hasır örerdi. Hasırın ara ipleri kovalık dediğimiz sazdan melik gibi örülerek yapılır, yumuşak aksaz ise aralarına geçirilerek kilim gibi dokunurdu.
Evet öküzlerimiz vardı bir çift. Emektar Şaban ve yine emektar Akça’nın yerine alınan delikanlı Akça. Şaban bildiğim bileli vardı. Akça ise çok yaşlandığı için Dedem tarafından değiştirilmişti. Yeni aldığımız genç öküze de Akça ismini vermiştik. Akça çok ataktı, yüke bindiğinde durmak bilmezdi. Hızlıydı, bazen yolda giderken siyah siluetlerden korkar, arabayla birlikte, alır giderdi bizi. Zor durdururduk tarlaların içinde. Arabaya taş falan sardığımızda, yokuş çıkarken boyunduruğuna zincir bağlardık Akça’nın, yükün fazlasını ona verirdik. Güçlü ve atak olduğundan ona Şaban yetişemezdi yolda, boyunduruğu geride kalırdı hep.
Çiftlerimizi hep öküzlerle sürerdik. Yetiştirirdik hepsini. Dedemle hafta sonları nereye giderse birlikte giderdik. Yaz çiftlerinde, hangi tarla olursa olsun, öküzleri çifte koştuğumuzda ancak güneş dağların arasından yüzünü göstermeye başlardı. Belli ki Dedem sabah namazını kılınca yola çıkıyorduk. Kaba kuşluk dediğimiz vakte kadar bir evlek yer sürer, öküzleri salardık, dinlenmeleri ve biraz otlamaları için. Toprak kavanozun (kanavaz da derler) içine Ninemin koyup ekmek doğradığı tarhana çorbasını çimenlerin üstünde açtığımız yaygının üzerinde yemenin tadı bir başkaydı. Sanki olgunlaşıyordu tarhana. İşim öküzlerin önünden gitmekti benim. Şaban uysal olduğu için hep diziye alırdık. Çok kahramandı. Ama çift sürerken de Akça’ya kayış atardık. Bu deyim aslında kökenini buradan almaktadır. Çok çalışana ve güçlü olana işin çoğu yaptırılır. Kaba kuşlukta yapılan kahvaltıdan sonra öküzleri yine çifte koşar öğleye kadar tarla sürmeye devam ederdik. Akşama kadar tek pullukla sürdüğümüz alan iki dönümü bulurdu. Akşamüstü, tarlanın kenarındaki dereden turna balıkları akmaya başlardı. Gündüz su sıcak olduğu için pek hareket olmazdı. Turna balığı şubatta göle yumurta bırakır, çıkan yavrular mayıs ayında geri dönerlerdi. Bir tavalık toplardık sığ yerlerinden ve bir çatal söğüt sürgününe dizerdik. Maşınganın fırınında çok güzel olurdu turna balığı. Çift sürme işlerinde en çok sevdiğim pulluk tutmaktı. Pulluğun ardından gitmekti. Ama dedemden hiç sıra gelmezdi. Sadece evlek keserken, güzlük ekimlerde tarlayı çizilere bölerken öküzlerin önünden gitmesi gerektiğinde pulluğu bana bırakırdı. İnsan ne kadar çabuk büyümek istiyor böyle.
Tarladan ne çıkarsa öküz arabasına koyar onunla taşırdık. Sabahları rutin haline gelen işlerin başında, leylek tüyüyle tekerlekleri yağlamak, espitleri gevşemesin diye tekerleklere birer kova su dökmek gelirdi. Öküz arabası (kağnı) modülerdi. Çiftlik gübresi, saman ve buğday demedi çekerken uzatılıp kısaltılabiliyor veya kanatları değiştiriliyordu. Bayırlardaki tarlalardan buğday demedi çekerken yolun bazı yerlerinde yokuş kuvvetli olurdu. Böyle durumlarda, arabanın arka tekerleklerini zincirle kasarak fren yaptırır, demir çemberi eskimesin diye arada zincirin yerini değiştirirdik. Bazen yük ağır gelir fren de yetmez araba öküzlerle birlikte alır giderdi bizi. Ya bir çam ağacına takar ya da yolun kenarındaki çalıların içine girerdik.
Öküzlerimiz vardı bir çift. Akça ve Şaban. Boz step sığırıydı ırkları. Anadolu’da çeki gücünden yararlanılan, sadece Balya ve Yenice ilçelerinde kalan Anadolu’nun en güçlü sığırı. Hiç üzmediler. Evin bir parçası gibilerdi. Ama hiçbir canlı yerinde durmuyor taş gibi kaya gibi. Dünya’da ne varsa eskiyor, yerinde kalmıyor. Dedem yetmiş yaşını geçmişti. Tevellüdünün 18 olduğunu söylerdi hep. Bilmezdim o zaman tevellüt nedir, 18 ne anlama gelir. Yetmişi devirmişti ama hala dimdik çakı gibi öküzlerin önünde tarlaya gider gelirdik. Ama bir sonbahar tarlada hendekleri temizlerken rahatsızlanmıştı. Hendekleri biraderle ikimiz önden kazıyor, O da ardımızdan kürekle temizleyip düzenli set oluşturuyordu. Hani dere taşarsa tarlaya girmesin. Öğle namazından sonra hafif kestirirdi biz derenin kenarındaki söğütlerde kuş avlarken. Sanırım terli yatmıştı. Çünkü uyandığında karnıma bir bıçak saplandı çocuklar dediğini hatırlıyorum. Neyse anladı ki artık el işçiliğine dayalı çiftçiliğe devam etmek zor. Bir gün akşamüzeri Celepler Burhan ve Behçet (ortak çalışırlardı) öküzlere bakmaya geldiler. Satın alacaklardı. Pazarlık falan yapılıyordu. Aslında iki celep kendi aralarında pazarlık yapıyorlar, öküzleri birbirlerine anlatıyorlardı, dedemin nutku çoktan tutulmuştu. Sadece dinliyordu. Ederi nedir tam bilmiyorum ama ilkokula gidiyordum, irili ufaklı bir iki hayvan daha aldılar, 21’i duydum sadece, bin miydi, milyon muydu, yoksa düz müydü.
Söz çıkmıştı bir kere ağızdan artık dönülmezdi. Celepler öküzleri götüreceklerdi. Akça çok besiliydi, fıçı gibiydi, kantara konsa belki kendisi 21 edecekti. Ama dedem celebe yemin ettirdi onu yine öküz ihtiyacı olan birine satacaksın diye. Şaban için bişey demedi. Çok yaşlıydı çünkü. Dedemin duygulandığını anlayınca Celep Behçet, Burhan’a bağırdı, “hadi yörü! daha ne duruyon!”. Yıldırım gibi koca kapıdan çıkıp gittiler. Bu duygusallığa binlerce kez şahit olmuşlardı çünkü biliyorlardı yavaş hareket etmenin doğru olmadığını. Akça koşarak çıktı ama Şaban çok gururlu bir edayla adeta adımlarını sayarak çıktı yıllarda gelip gittiği kapıdan. Çocukluk işte üzüldüm mü bilmiyorum ama dedemin yaklaşık bir hafta on gün konuşmadığını hatırlıyorum. Yıllarca gücünden, emeğinden yararlandığı, daha doğrusu birlikte emek çektikleri, birlikte ekmek yedikleri sevgili dostlarından ayrılmak zor gelmişti…