26 Şubat 2008 Salı

ÇIKRIKÇI DEDE

ÇIKRIKÇI DEDE

Prof.Dr. Harun BAYTEKİN

Sevgili Okurlar,
Gazete ve diğer yayın organlarında izlemişsinizdir belki, Altın Bilezik Ege Ekibi olarak Teknolojiye Yenik Düşen Meslekler ile ilgili belgesel bir film hazırlama çalışmaları içindeyiz. Araştırma çalışmaları esnasında, bütün gizleriyle kaybolup gidecek çok ilginç hikâyeler de ortaya çıkıyor. Bunları sırası geldikçe sizlerle paylaşmaya çalışacağız.
Sene 1920’ler. Hikayeyi anlatan dedenin tevellütü 33’lü olarak geçtiğine göre, bu olayın, 1920-1923 yılları arasında geçmesi gerekir. Koca kapı çalınır. Kapıya zahmetle gider kadın, yakın zamanda doğacak bebeğini bekliyordur çünkü. Kapıyı açınca, karşısında aksakallı bir dede görür. Aksakallı dede, kadına der ki, sandığının kenarında bir sarı bez olacak onu bana getir. Daha öncesinde hiç tanımadığı bir insanın, sandığının kenarındaki sarı bezi biliyor olmasının şaşkınlığını yaşayan kadın, yine de bezi alır dedeye getirir. Bu arada, Tanrı misafiri aksakallı dede, kızım senin bir oğlun olacak, adını Ümmet koy olur mu der ve gider. Kadın, bu olayı kocasıyla da paylaşır ve kırk günün sonunda aksakallı dedenin de söylediği gibi, bir oğlu olur. Adını da Ümmet koyarlar. Ancak nüfus memuru Ümmet yazacağı yerde Himmet yazarsa da, Ümmet diye çağrıldığı için adı öyle bilinmiştir herkes tarafından. Ümmet büyümüştür, eli işe yatkın becerikli bir genç olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’nda, dört yıl boyunca askerliğini Gelibolu’da sıhhiye onbaşısı olarak yapmıştır.
Askere gitmeden önce işi ağaç malzemeden çıkrık, çocuk beşiği, oklava, sarımsak döveci yapmak olan Ümmet, askerden döndükten sonra da aynı işine devam etmişti. Sanatkârlık bir tutkuydu O’nun için. Altın bileziğiydi. Elinde keser ve testeresiyle nereye gitse, geçimini temin ederdi. Kimin kızına görücü gitse, kapıdan nişanlı çıkacak durumdaydı o yıllar için. Hem altın bir bileziği vardı kolunda, hem de askerliğini sıhhiye onbaşısı olarak yapmıştı. Hani anlatmazlar mı, sadrazam kız istemiş, bir mesleği, altın bileziği olmadığı için vermemiş debbağ ustası. Ümmet Usta da öyle bir altın bileziği koluna taktığı için, bu dünyada aşını, ekmeğini kazanmak için, hiçbir zaman, ele güne muhtaç olmayacağını düşünmüştü.
Askerden önce, ustasıyla başladığı altın bilezik mesleğinde, yıllar boyunca, binlerce çıkrık yapmıştı. Çıkrıklarda, yünden, yapağıdan pamuktan ipler eğrilmiş, çoraplar, kazaklar örülmüştü. İmal ettiği çıkrıkların eskiyen kısımlarını, iğini, elciğini, kaşıklarını değiştirmişti bir “Allah Razı Olsun”a. Yüzlerce çocuk beşiği yapmıştı, irili ufaklı. Çoğunu sipariş üzerine yapıyordu beşiklerin. Doğduktan sonra teslim edilmek üzere, erkek veya kız olacağı bilinmeyen çocuklar için. Beşiklerin çoğu salıncaklı ve asmalıydı. Tarlaya bahçeye kolayca taşınabiliyordu bir atın veya eşeğin üzerine bindirilerek. Bir meşeye, bir ahlat ağacına kolayca asılıveriyordu sallamak için. Ne çocuklar büyümüştü içlerinde. Komşu köylerden bile sipariş alıyor, yetiştirmek için gece gündüz demeden çalışıyordu. Alnının terine ilave ettiği malzemesi, bir keseri bir testeresiydi, bir de köyün yakınındaki dere boyunda kendiliğinden yetişen, çınar, karaağaç ve meşe ağaçları...
Çıkrık ve beşik malzemelerinden artanlarından da, lazım olur diye oklava, sarımsak döveci de yapıyordu. O zamanlarda, bütün evlerde tarhana çorbası, kendi yaptıkları tarhanayla pişirildiğinden sarımsak dövecine, yufka evlerde açıldığından, oklavaya çok ihtiyaç duyuluyordu. Oklavayı, döveçi yetiştirmek için, kimi zaman kıyamadığı çıkrık ve beşik yapacağı güzelim ağaçlardan bile kullanmak zorunda kalıyordu.
Yılları farketmedi, siparişleri yetiştirmeye çalışırken. Saçı beyazladı önce, gözleri zor seçmeye başladı, kulakları da zor işitir olmuştu. Elleri de eskisi gibi hassas değildi artık. Ama siparişler o kadar azalıyordu ki, varsın, yavaş çıksındı, yetişirdi nasıl olsa. İşinden kafasını kaldırdığında bir de baktı ki, istemiyorlardı artık eskisi gibi, gözünün nuru, el emeğini. Ne yapacağını düşündü, yıllar ihanet etmişti parmaklarına. Keseri çoğu zaman kaçırmaya başladığını farketmişti bir süredir de, yapmayı istediği güzellikte şekil veremiyordu ağaca.
Çıkrıkçı Dede, şimdi yine çıkrık, yine beşik, yine oklava ve yine sarımsak döveci yapmaya çalışıyor, minyatürlerinden bu kez, zamana ve tükenişe meydan okurcasına. Hani, evimin köşesinde hatıra olarak dursun diyenler için. Aslında bütün ustalar gibi tükenişi yaşıyor Çıkrıkçı Dede de. Gözü doluyor belki, eskiden her eve lazım olanların, şimdi köşede dikkat bile çekmeyen bir vitrin süsü olmasına alınıyor, keseri ağaca değerken.
Seksenli yaşların belki de sonlarında ama hala altın bileziğini icra edebilmek için savaşıyor. Başka da bir iş yapamaz ki, zaten içinde doğmuş mesleğinin. Ancak zaman, başka bir zaman olmuş gibi. Kabullenmekte zorlanıyor bunu Çıkrıkçı Dede. Koyunlar kırkılıyor, pamuklar toplanıyor, bir tutamı dahi ayrılmadan satılıyor. Herkes konfeksiyon giyiyor. Hem çıkrıkta ipi kim eğirecek, zor iş, hazır ip almak varken. Hem hazır dokunmuşları da çok zaten, kim kazak çorap örecek onca zahmete katlanıp. Açılır, yumulur, rengarenk, erkeğe ayrı kıza ayrı çeşit çeşit beşikler satılıyor, ister plastik, ister metal, ister ahşap mobilya tarzı. Hem insanların zamanı yok beşik yaptırmaya, hem de bu ağaç işi beşikler de mobilyalı evlere yakışmıyor. Evlerde tarhana yapılmıyor artık, nasılsa hazırı var. Sarımsak bu döveçle dövülmüyor, daha estetik döveçleri var, hatta toz halinde bile satılıyor artık büyük alışveriş merkezlerinde. Yufkalar hazır alınıyor, oklavaya ihtiyaç kalmadı nerdeyse.
Çıkrıkçı Dede’den ne çıkrık isteyen var, ne de beşik. Yıllar önce yaptığı çıkrık, evinin altındaki dükkânda, kendisine iplik eğirmek için dokunacak elin birgün gelebileceği sabrıyla o eli bekliyor. Ne dersiniz o maharetli eller, neler yapıyor acaba şimdilerde? Hangi konfeksiyonda, hangi sanayideler?

TARIMSAL ÜRETİMİ ARTIRMA ÇABALARI

TARIMSAL ÜRETİMİ ARTIRMA ÇABALARI

Prof.Dr. Harun BAYTEKİN

1. Yüksek Verimli Çeşit ve Irklar

Tarımsal üretimi artırma çabaları içerisinde öyle uğraş veriyoruz ki, neredeyse elimizden geleni yapıyoruz. Hemen her söyleneni dikkatle değerlendiriyor, ya komşumuzdan görerek ya da meraktan hemen uygulamaya koyuyoruz.
İnadına Üretim sloganı aslında tarımsal üretimde neredeyse tam yerini buluyor. Daha fazla verim sanki daha fazla gelir getirecekmiş gibi bir inanışla, besleyeceğimiz insanları, temelde gıda maddesi veya hammaddesi bile ürettiğimizi unutuyoruz. Bu davranışları, Ticari Üretim Felsefesi çerçevesinde değerlendirmek mümkün aslında.
Evet ticari üretim felsefesi neredeyse tabiri doğru ise kanımıza işlemiş durumda. Pazarda kolay satılan, hemen paraya çevrilebilen ürünlere yöneliyor, tarımsal doğal kaynaklarımızı, çevremizi pek dikkate almadan, üretim, inadına üretim düsturuyla belki de yarını, yarınlarımızı düşünmeden hareket ediyoruz.
Ticari üretim felsefesi içerisinde boğulurken farkına varamadıklarımızı sırasıyla gözden geçirmek gerekirse, ister istemez her külfetin bir bedeli olduğunu görecek, bazen ödenen veya ödenecek bedellerin üretimden daha kıymetli olduğunun farkına varacağız.
Tarımsal üretimi artırma çabaları yüksek verimli çeşitlerin tarıma kazandırılmasıyla başlamıştır dünyada olduğu gibi ülkemizde de. Yüksek verimli çeşit kullanımının ilk etkileri dünyada Meksika’da görülmüştür. 1940’lı yıllarda buğday ithal eden Meksika, 1950’lere gelindiğinde iki milyon ton buğday ihraç etmeye başlamıştır. Benzer gelişmeler ülkemizde de yaşanmıştır. Eskilerin hatırlayacağı gibi Meksika buğdayları olarak tanınan ıslah edilmiş buğday çeşitleri ülkemize getirilmiş ve buğday üretiminin artırılması çabaları hız kazanmıştır. Buğdayla birlikte diğer kültür bitkilerinde de yeni çeşitler üretimde kullanılmaya başlamıştır. Bunun ilk yansımaları üretimin arttığı şeklindedir. Gerçekten buğday başta olmak üzere diğer bazı kültür bitkilerinde de üretim hızla artmıştır. Üretim artışları aslında analitik olarak değerlendirildiğinde, artışın verimden ziyade orman ve meralardan kazanılan yeni tarım alanlarından kaynaklandığı açık bir şekilde görülmektedir. Peki ıslah edilmiş yüksek verimli çeşit kullanımıyla gelinen nokta neresidir diye sorduk mu hiç. Bitkisel üretim belli başlı ürünlerde yoğunlaşmış, pek çok kültür bitkisi tarımsal üretimden çekilmek zorunda kalmıştır. Izgın, pelemir, hünnap, burçak, çavdar, kumdarı, göleviz, vişnap, alıç gibi isimleri yeni nesil tanımamaktadır. Hemen her yörede asırlardır yetiştirilmekte olan yerli çeşitlerin tamamı ortadan kalkmıştır. Mevcut koşullara tam uyum sağlamış belki düşük verimli ama genetik olarak yetenekli yerel çeşitleri bulma imkanı yoktur. Genetik erozyon olarak da nitelendirebileceğimiz bu kaybın telafisi zora girmiştir. Ege Tarımsal Araştırma Enstitüsünde bu ürünlerin bir kısmı saklanmaya çalışılmaktadır.
Genetik erozyonda, üretimi artırma çabaları içinde yüksek verimli çeşitlerin ön plana çıkması kadar, ticari üretim felsefesi de etkili olmuştur. Pazarda kolay satılan ürünler öne çıkmış, toprakların hangi çeşide veya ürüne uygunluğu dikkate alınmadan üretim faaliyetleri birkaç ürünle sınırlanmıştır. Kaybolan ürünleri artık ilaç niyetine aktarlarda bulmak mümkün yüksek fiyatlarla ancak. Yerel tatların, lezzetlerin çoğu unutuldu gitti. Oysa çok iyi biliniyor ki, her toprağın, her iklimin ürünü ve çeşidi farklıdır. Ama sahip olduğumuz teknoloji ile kirazı kıraçta, buğdayı batakta yetiştirmeye çalışıyoruz yüksek masraflarla.
Genetik erozyonun esas sorunu aslında görmek istemediğimiz yönüdür. Elimizde bize ait olan çok az sayıda çeşit bulunmaktadır. Halen yetiştiriciliği yapılan çeşitlerin çoğunluğu büyük tohumluk firmalarına aittir. Tohumculukta bağımlı hale gelmiş bulunmaktayız.
Hep söylenmiştir yerli hayvanlarımız genetik olarak düşük verimli ırklardan oluşmaktadır. Gerçekten doğrudur. Üzerinde fazla çalışma yapılmadığından ve geliştirilmeleri düşünülmediğinden düşük verimli kalmışlardır. Ama öyle bir doğal seleksiyondan geçmişler ki, asırlardır kendi ekolojimizdeki bütün hastalık ve zararlılara dayanıklı olanlar hayatta kalmış ve neslini sürdürmüştür. O halde kendi ekolojimize en iyi uyum sağlayan ırklardır. Peki, yerli kara, güney kırmızısı, boz step, doğu kırmızısı, Kilis kırmızısı gibi sığır ırklarını saf olarak bugün bulmak mümkün müdür? Maalesef bazı araştırma enstitüsü ve TİGEM birimlerinde muhafaza edilmeye çalışılan küçük sürülerden başka elimizde kalan yoktur.
Manda yoğurdu yiyeniniz artık yoktur. Verimsiz bir hayvandı vazgeçtik. Aslında tereyağı ve sucuk yapımında mandanın alternatifi yoktur. Yoğurdu peynir gibi çatalla yenirdi. Şimdi yine yiyoruz hem de homojenize edilmişinden. Teknolojiyle düzelterek, doğallıktan uzakta ürünlerle avunuyoruz sanki.
Şimdi yüksek verimli sığır ırklarımız var siyah alaca Holstein, Simental, Mantofon gibi. Yerli ırklarımız onlar kadar yem yese acaba verimleri artar mı diye düşündünüz mü hiç. Yemden yararlanmalarında aslında çok büyük farkları yok yerli ırklarla kültür ırkları arasında. En önemli fark yerli ırkların potansiyel verimlerinin düşük oluşudur. Buna karşın üstün verimli ırklar sağlık hizmetleriyle verimli olabilmektedirler.
Hayvansal üretimde dışa bağımlılık bitkisel üretimden farklı değildir. Suni tohumlamada ve veterinerlik hizmetlerinde kullanılan bütün materyaller dışarıdan temin edilmektedir.
Gerek bitkisel üretimde, gerekse hayvansal üretimde, verimliliği artırma temel güdüsüyle, tohumluk ve damızlık temini uzun yıllar devletin destekleriyle gerçekleştirilmiştir. Bu amaçla kullanılan kaynakların tarımsal üretimi genetik materyal boyutunda dışa bağımlı hale getirdiği gün gibi ortadadır. Eğer bu kaynaklar çeşit ve ırk geliştirme çalışmalarına yönlendirilseydi gelinen noktada biyolojik çeşitliliğimiz de dikkate alınırsa ithal eden mi ihraç eden mi olurduk acaba?

TEKNOLOJİ SAVURGANLIĞI

TEKNOLOJİ SAVURGANLIĞI

Prof.Dr. Harun BAYTEKİN

Sevgili Okurlar,
Daha önce teknolojiye yenik mi düşüyoruz derken, teknolojiye ne kadar bağımlı olduğumuzu ve pek çok işin makinalar tarafından elimizden alındığını vurgulamıştım. Gerek tarımda gerekse sosyal hayatta teknolojiden imkanlar ölçüsünde yoğun bir şekilde yararlanıyoruz. Farkında olmadığımız, belki de görmezden geldiğimiz yanları da var teknolojinin.
Hemen her evde radyo, televizyon ve benzeri elektrikli ev aletleri, bilgisayar, telefon, cep telefonu gibi çok sayıda teknolojik ürün bulunmaktadır. Zaman zaman meydana gelen arızalar veya yeni çıkan yeni sürümler nedeniyle, bu ürünlerde sürekli değişim yaşanmaktadır. Çoğunun tamir edilmesi gereken yerde, yerine yenisi alınmaktadır. Bunun kanıtını, hepimiz bir elektronik tamir atölyesine girdiğimizde, çöplüğe dönen raflarda görebiliriz.
Esas değişim ve dönüşüm çılgın bir şekilde bilgisayar ve cep telefonu kullanımında yaşanmaktadır. Bilgisayarlar ve bağlı ürünlerin, her üç ayda bir, yeni sürümleri nedeniyle modası geçmekte ve yeni işletim sistemlerine gereksinim duyulmaktadır. Hatta az önce aldığınız elektronik aygıt, daha kapıdan çıkmadan eskimekte, yeni sürümleri piyasaya sunulmaktadır. Ülkemizde bilgisayar sayısı 3 milyonun üzerine çıkmıştır ve tamamına yakını ithal edilmekte veya parçaları ithal edilerek ülkemizde monte edilmektedir. Bundan beş yıl önce edinilmiş bilgisayarların halen günlük hayatta hemen hür türlü işimizi yapabilme yeteneğinin olmasına rağmen, yavaşlığından ve yeni programlara kapasitesinin yetmediğinden şikâyet edilerek, değiştirme gereği duyulmaktadır. Yazılım şirketleri ve teknoloji geliştiren firmalar birlikte hareket ederek, bilgisayar pazarında, alıcıları kendilerine sürekli bağımlı hale getirmektedirler. Kısır döngü gibi görünse de sürekli geliştirilen yeni işletim sistemleri ve buna uygun teknoloji sürekli alıcı bulmaktadır. Aslında bilgisayar teknolojisi, klasik yazım, çizim, tasarım ve otomasyonla ilgili yazılım sistemleri kadar, oyunlarla ilgili yazılım sistemleri aracılığıyla da tüketiciye teknolojik yenilenme konusunda baskı yapmaktadır. Eskicilerin tezgâhlarında ve çöplüklerde sıklıkla gördüğümüz monitör ve benzeri bilgisayar parçaları sanki teknoloji üretenleri karşılıksız beslediğimizin ve dış sermayeye kendimizi nasıl bağladığımızın da garip bir göstergesi gibidir.
Ülkemizde cep telefonu sayısı nüfusumuzu çoktan aşmıştır. İstatistiklere göre ayda bir milyon hat ve beş yüz bin kameralı cep telefonu satılmaktadır. Yetişkin nüfusta kişi başına iki hat kullanılmaktadır. Hele bir de bu şirketlerimizin hatlarının da dış sermayeye satıldığını göz önüne alırsak, durumun fevkaladeliği derhal dikkatinizi çekecektir. Ancak makine kullanımıyla ilgili israf büyük boyutlardadır. Tamamı ithal olan cep telefonlarının sesli görüşme ve sms özelliklerinden yararlanılmaktadır. Cep telefonu ticareti yapanlarda ikinci el telefon sayısı yenilerinden fazladır. Özellikle gençler, sanki kariyer yapar gibi yeni teknolojiyi kullanabilmek için yarış yapmaktalar. Geri dönüşümü olmayan bu teknolojiye yapılan harcamalar, savurgan davranışlar, aslında farkında olmadan ülkemizin hatırı sayılır döviz kaybına neden olmaktadır.
Teknoloji israfı tarım kesimimizde de benzer boyutlardadır. Çiftçi sayısının yüksek oluşu, ortak kullanımın zorlukları, çiftçinin makine parkına sürekli yeni aletleri eklemesine neden olmaktadır. Özellikle traktör alımı ve ürünün para ettiği yıllarda yenilenmesi gereksiz yatırımlara neden olmaktadır. Çiftlik avluları, kullanılmayan, paslanmış, çürümeye yüz tutmuş alet ekipman doludur. Amaca uygun alet ekipmanların doğru seçilmeyişi, birbirinden görerek mal edinme yarışı, büyük israfa neden olmaktadır. Avrupa’da traktör yaş ortalaması 12 yıldır. Ülkemizde ise 15 yıl. Bizde daha yaşlı bir ortalama görünse de, Avrupa’da bir traktör, bizdekinin 5 katı daha fazla çalışmaktadır. Buna rağmen traktörlerimiz eskimeden yenilenmekte ve kendi toprağımızın bereketi yurtdışına gönderilmektedir.
Bilgisayar, cep telefonu başta olmak üzere sosyal hayatın bütün alanlarında teknolojik ürün mezarlığına çevirdiğimiz ülkemizde, teknoloji üretemediğimiz sürece, çöpe attığımız değerlerimizi yatırıma dönüştürseydik, bugün teknolojinin hemen bütün alanlarında yerli malımız kesinlikle olurdu. Sınırlı özkaynaklarımızı, sadece daha yeniyi kullanabilmek adına, birilerine sizinkinden daha üst model teknoloji kullanabilecek maddi güce sahibim mesajını verebilmek adına, nasıl da hesapsızca tüketiyoruz. Sizce de öyle değil mi?

30 Ocak 2008 Çarşamba

HAYVANCILIKTA KABA YEM ÜRETİMİ

Prof.Dr. Harun BAYTEKİN

Çanakkale modern hayvancılıkta Türkiye'nin başta gelen illeri arasındadır, hatta Biga için Türkiye'nin Hollandası yakıştırması bile yapılmaktadır. Aslında süt keçisi yetiştiriciliğinde de tüm ülkeye önderlik yapmaktadır ilimiz. Gerek süt sığırı, gerekse süt keçisi yetiştiriciliği, hayvansal üretim dalları içerisinde yüksek girdi kullanan faaliyet kolları olarak bilinir.

Hayvancılıkta şikâyetlerin başında süt fiyatlarının düşük olduğu gelmekte, bir litre süte iki bardak çay içilemediğinden dem vurulmaktadır. Diğer yandan veteriner masraflarının yüksekliği, yem fiyatlarındaki sürekli artışlar, hayvan kesim fiyatlarının düşüklüğü sorunların ön sıralarında yer almaktadır.

Hayvansal ürünler gerçekten kullanılan girdilere göre düşük fiyatla satılmakta, kar oranı iyice düşmekte, zaman zaman zarar dahi edilmektedir. Aslında çoğu işletmede kayıt tutulmamakta, ancak sonuçta zarardan söz edilmektedir. Kayıt tutma sistemi geliştirilmiş olsa, zararın neden kaynaklandığı ortaya çıkacak ve buna göre tedbirler daha kolay alınabilecektir.

Hayvansal üretim maliyetlerinin % 70-80'ini besleme giderleri oluşturmaktadır. Aile işgücünün kullanıldığı işletmelerde bu oran daha da artmaktadır. O halde ekonomik bir hayvancılık yapabilmek için hayvansal üretim giderlerini azaltma, diğer bir deyişle besleme giderlerini azaltmanın yollarını bulmak gerekmektedir.

Besleme giderlerini azaltmanın en önemli yolu, ihtiyaç duyulan yemi işletme içerisinden temin etmek, kuru ot ve silaj üretimine ağırlık vermektir. Satın alınan yemle sürdürülmeye çalışılan hayvancılık, her gün lokantada yemek yemeye benzer. Nitekim ülkemizin diğer yörelerinde olduğu gibi ilimizde de kaba yem üretimine yeterince ağırlık verilmemekte ve hayvansal üretimden arzu edilen gelir elde edilememektedir. Genellikle sütten elde edilen gelir yem masraflarını ancak karşılamaktadır. Sütten para kazanamayan üretici aslında emeğinin karşılığını dana veya damızlık düve satarak karşılamaya çalışmakta, bu da yeterli olmamaktadır.

Gerek süt sığırlarında gerekse süt keçilerinde günlük diyetin % 60'ını kaba yem % 40'ını kesif yem oluşturmaktadır. Günlük yedirilecek yem miktarının tayininde ise, hayvanın canlı ağırlığı ve günlük süt verimi dikkate alınmaktadır. Hesapların detaylarını burada vermekten ziyade konunun önemini vurgulamak daha yararlı olacaktır. Sulama imkanı olan işletmelerde 1 kg silaj mısırın maliyeti 4 kuruş civarındadır ve piyasada silajın satış fiyatı 12-18 kuruş arasında değişmektedir. Yine 1 kg yonca kuru otunun işletmeye maliyeti 12 kuruşu geçmezken, piyasada balyası 10 liraya, kilosu 40-45 kuruşa satılmaktadır. Hayvan beslemede neredeyse hiç değeri olmayan samanın bile kilosu 25 kuruşa kadar çıkmaktadır. Hal böyle olunca hayvansal üretim maliyetleri artmakta ve özellikle süt satışından arzu edilen gelir elde edilememektedir. Peki bunun çözümü yok mudur? Süt sığırcılığı ve süt keçiciliği yapan kişilerin piyasadan zarar ederek uzaklaşması mı gerekmektedir?

Tarımsal nüfusu ülke ortalamasının oransal olarak iki katı olan Çanakkale’de bütün üretim dallarında verimli ve karlı tarımsal üretim yapma zorunluluğu vardır. Hayvansal üretimde kayıt tutmak, yaşlı ve verimsiz hayvanları sürüden çıkarmak, hayvan besleme giderlerini azaltmak, kaba yem üretimine ağırlık vermek karlı bir hayvancılık için olmazsa olmazlardandır.

Yembitkileri yetiştiriciliğine yapılan teşvikler de dikkate alınırsa, kaba yem üretim maliyetlerinin daha da düştüğünü ve hayvan beslemenin daha ucuza gelebileceğini belirtmekte yarar var sanırım. Kaldı ki, fiğ, yonca, silaj mısır, sorgum sudanotu melezi, tek yıllık çim, tritikale, arpa, yulaf gibi yembitkileri bölgemizde yetiştirilebilmekte ve yüksek verim alınabilmektedir. Kendi yağıyla kavrulmak da diyebiliriz bu yola. Karlı bir hayvansal üretim için aslında süt meselesi ot meselesidir.

ÇEVRESEL İNCELİKLER

Prof. Dr. Harun BAYTEKİN

Sevgili Okurlar,

Hep göz ardı ettiğimiz, boş verdiğimiz, hayatın günlük uğraş ve telaşı arasında kaybolup gitmesine ses çıkarmadığımız, çevremize saygı konusunu paylaşmak istiyorum sizlerle. Hiç düşündünüz mü çevremize ne kadar saygılıyız? Yerlere çöp atmamak, antik kentlerde altın aratmamak veya denizde ölü bulunmuş balıklara yas tutmak değil çevreye saygı adıyla dile getirmek istediğim. Saygısızlık örnekleri verebilmek adına, otobüslerde yaşlı insanlara yer vermemek için uyuyormuş gibi gözünü kapatanları, trafik ışıklarında birkaç saniye beklememek için kornasına sarılanları da anlatacak değilim. Neredeyse her gün okuduğumuz gazete yazılarının içinde, bunlar o kadar çok işlendi ki, bunları yeniden tekrarlayarak zamanınızı çalmak, canınızı sıkmak istemiyorum.

Nedir çevremize saygı? Ne görmek isteriz de, ne sunarız çevremize? Çevre ile anlatmak istediğim, yıllarımızı paylaştığımız komşumuzdan, yol kenarındaki evimize gölge yapan ağaca, ekmeğimizi kazandığımız işyerimizde günümüzü paylaştığımız arkadaşlarımızdan, balkonlarımızdaki çiçeklerimize, varlığına aşina olduğumuz sanatçılarımızdan, televizyonlarımıza, bir şeyler anlatmaya çabalayan insanlardan, cebimizde olduk olmadık zamanlarda çalan telefonumuza varana kadar bizi sarmalayan her şey... Çevremize saygıdan anlatmak istediğim, hayatın inceliklerini görmek ve onlara hak ettikleri değeri verebilmek.

Birlikte bir hayatı paylaşıyoruz canlısıyla, cansızıyla, bilineni, merak edileniyle, unutulanı hatırlanılanıyla... Çevremizle bir hayatı paylaşıyoruz sadece, ama tek bir hayatı paylaşıyoruz kendimize ait olan. Bazen bunun bir hayat olduğu gerçeğini göz ardı etsek de. Gün başlarken, bir günaydın diyebilmek sevilenlere, bir saat daha erken uyanıp birlikte edebilmek kahvaltımızı, kapıdan çıkarken evimize gölge yapan ağacın dallarından baharın kokusunu içimize çekebilmek, kış rüzgârının savruluşunu görmek çıkardığı sesiyle dallarında. İşyerine varınca, şükretmek sağ salim geldiğimize ve bizimle aynı amaca hizmet eden arkadaşlara bir merhaba demek yüreğin tüm içtenliğiyle. Gün bitinceye kadar karşımıza çıkan canlıya, cansıza hak ettiği değeri vermek, Yaratanın adıyla okur gibi hayatı. Görevimizi hayatlarda fark yaratmanın bilinciyle ve titizliğiyle yerine getirmek. Yaptığımız her şeyin, aldığımız her nefesin hakkını verebilmek... Kendi hayatımıza duyduğumuz saygıyı, hayatımızın bütünlüğüne taşımak. Bunu bazen samimi bir ilgi, bazen içten bir gülümseme, bazen duygulu bir dokunuş, bazen çam sakızı çoban armağanı bir hediye, bazen nitelikli bir sözle bile yapabilecekken nedir bunu esirgememize sebep? Masrafı da yok! Nedir bizi çevremize saygıdan uzak tutan. Ya da saygı adıyla bize diretilenlerden çekincelerimiz midir, yaşadığımız hayata, bizi sarmalayan çevremize saygıdan uzak tutan? Bu kadar ortak şeyi paylaşıyorken hem de. Asık yüzlerimizle mi geçeceğiz hepimizi bir başka boyuta götüren kapılardan? Kimseleri tanımadan mı göçeceğiz sonsuzdaki hayatımıza? Yüreklerin aslına bakmamış olmanın utancıyla mı hem de? Kimselerin gözlerinin derinliğinden yüreğine dokunamadan, gerçek dostluğu yaşamadan, insan olmanın bizdeki tatlarını fark etmeden mi yoksa? Bu hayatı yaşamadan, diğerini hangi umutla, ne yüzle beklediğimizi hep merak etmişimdir. Bu hayatta varlığımıza esirgediğimiz saygıyı orada göstereceğimizi nasıl umabiliriz, bunu da düşünmek gerek.

Kendisine saygı duyan, çevresine de saygı duyar deyiveririz öğretilmişliklerimizle. Düşündünüz mü hiç çevremizin de aslında biz olduğunu? Başkalarında en çok eleştirdiklerimiz, kendimizde eleştirmek istediklerimizdir de görmeyiz bazen bunu. Mutsuz hiçbir şeyi beğenmeyen insanlar, aslında kendini sevemeyen, kendisine saygı duymaktan uzak insanlardır gözlemlediniz mi? Saygılı insanların hayatları da güzel geçer nedense. “İyiliği yalnız iyiler görür, kötülüğü herkes” dedirten neydi Cenap Şahabettin’e?

İncelikle dokunmak gerek hayata, her şeyin farkında olarak hem de. Yaratılanı hoş görerek Yaratandan ötürü.

Hayvan Yetiştiricileri ve Kooperatifleri Merkez Birliğinin geçen hafta düzenlediği bir konferans sonrasında, tüm günü alan eğitim çalışmalarının, paylaşılan sorunların ardından düzenlenen gala gecesiydi. Üyelerin bazıları alkol sınırını aşınca içlerini daha bir yüreklilikle ortaya dökmeye başladılar. Bir kısmı dinleyemeyecek noktadaydı alkolün verdiği uyuşuklukla, bir cümle çarptı kulağıma ve mikrofonun sesi kapandı birdenbire. “Burada beni değil, kendinizi dinlemiyorsunuz” dedi bir şeyler söylemeye çalışan üyelerden biri. O an aklım bu inceliğe takılıverdi işte. Biz çevremize değil kendimize göstermiyoruz aslında gereken saygıyı. Çok yol alacağız daha, her gün hiç ummadığımız insanlardan daha neler neler öğrenerek. Siz saygıyı hangi çevreden görmüyorsunuz acaba? Ya da size saygı göstermesine engel olacak kadar hangi çevreden uzak tutuyorsunuz yaradılış gerçeğinizi?

27 Ocak 2008 Pazar

MEDENİ İNCELİKLER

MEDENİ İNCELİKLER

Prof. Dr. Harun BAYTEKİN
Bugün yazımın konusu, yaşamımızın her anında gözümüze batan, medeniyetten ne kadar uzak olduğumuzu yüzümüze vurur gibi, yolumuza dikilen kasisler. Hiç düşündünüz mü, nedir bu kasisler? Neden ve nerelere kurulurlar? Kurulurken, aslında o toplumda yaşayan insanlara, satıraltında hangi mesajlar verilmektedir? Sadece dikkatli olun, trafikte hız sınırını aşmayın mı demek istenmektedir, yoksa başka hayatlara yeterince düşünceli ve saygılı olamadığımız için, birileri bunu bizim adımıza zorunluluk olarak mı dayatmaktadır? Bu kasisler, mutlaka sizin de dikkatinizi çekmiştir yolunuzun bir yerlerinde. Belki üstünde düşünmeye gerek duydunuz veya duymadınız, gerçekten çok ihtiyaç olduğunu farkettiniz veya o yolda kasise ne gerek olduğunu sordunuz kendinize. Çoğumuz zaman zaman araba kullanırken, serzenişte bulunmuşuzdur. Fakat başka sürücülerin dikkat etmemesinin doğuracağı sonuçların korkusuyla, ancak aracımız zarar gördüğü anda, şikâyetimizi dile getirebildiğimiz, araçlarımızın, yürüyen aksamının baş düşmanları hakkındaki düşüncelerimi, sizlere de aktarmak isterim.
Dikkat ederseniz yollarımızda gördüğüm kadarıyla standardı olmasa bile üç çeşit hız önleyici (yapay kasis) kullanılmaktadır. Bunlardan ilk sözetmek istediğim, sıcak asfalt veya beton kullanılarak yapılan kaplumbağa sırtına benzeyen kasisler. Bu gruptaki kasisler, genellikle alt aksamı yere yakın, lüks araçların altının vurmasına ve sıklıkla eksozun kopması gibi sorunlara neden olurlar. İkinci grup hız önleyiciler, çelik veya çelik üzerine lastik kaplı olup, yolu boydan boya keserler. Bunlar arabanın altının sürtmesine neden olmamakla birlikte, hızlı da geçilse, yavaş da geçilse arabanın yürüyen aksamında, lastik çelik kuşaklarının kırılmasına, amortisör patlamasına, jant yamulmasına, bilye ezilmesine, rot balans ayarlarının bozulmasına neden olurlar. Üçüncü grup hız önleyiciler ise, yine yollara aralıklarla döşenen lastik takozlar veya yine şerit şeklindeki ince kabartmalardır. Bu tip hız önleyiciler, hemen hemen hiç dikkate alınmazlar. Bölge trafik civarında bol miktarda bulunmasına rağmen, trafiğin hız kuralları rahatlıkla ihlal edilir. Bunlar da yine araçların yürüyen aksamına ciddi zararlar verirler. Şehir içi yollarda, özellikle okul ve resmi daire önlerinde sıklıkla gördüğümüz hız önleyiciler, çoğunluğu ithal olan araçların yürüyen aksamına, dolayısı ile milli ekonomiye bu derece ciddi zararlar verirken niye döşenirler acaba?
Dikkatli araba kullanmayı, birlikte yaşadığımız insanların yaşam haklarına karşı saygı duymayı, trafik kurallarını bilmiyor muyuz yoksa biliyor da uygulamıyor muyuz? Özümüzde medeniyetten bu kadar da uzak mıyız? İnsan hayatına saygıyla yaklaşamamak yüzünden, milli ekonomimize ne kadar zarar verdiğimizi göremeyecek kadar hızlı mı geçiyoruz medeniyetin yolundan da, birileri geçtiğimiz yollara kasisler koymak zorunda kalıyor? Hem de verdiği ekonomik zararları gözardı ederek. O zararlar, milli gelirimizden, eğitim, kültür, insanca yaşamak gibi birçok haklarımızdan eksiltilerek ödeniyor, İnsan hayatına saygısızlığımızın bedeli, bu haklarımızla ödeniyorsa, insan hayatına saygı göstererek trafikte hız sınırını aşmama bilincinin neler getireceğini de düşünmek gerek?
Hiç dikkatinizi çekti mi? Benzer hız önleyicilerimizden, kültür kenti, entellektüel insanların yaşadığı, üniversite kenti Çanakkale’mizde de bol miktarda var. Şehrimizin güzide kurumu, mensubu olduğum üniversitemizin Terzioğlu ve Dardanos yerleşkelerinde de bulunduğunu üzülerek belirtmek zorundayım.
Yolumuza, zorunluluklarla koyulan, hız önleyicilerin gerekliliği mi, yoksa dikkatli gitmeyi düşünebilmemizin gerekliliği mi diye sorarsam, sizin cevabınız ne olurdu?

11 Ocak 2008 Cuma

TOPRAKTA ORGANİK MADDE

Prof.Dr. Harun BAYTEKİN

Hep şikâyet ederiz toprak bir türlü imana gelmiyor diye. Yağmur yağar çamur olur içine girilmez tarlanın. Kuruda zaten işlemek eziyettir. Kesekler yığılır kalır tarlanın içinde. Sulanan tarlalarda özellikle, iki defa üç defa sürmedikçe domates biber yeri hazırlayamayız bir türlü. Sonuçta zordur toprağı ekime hazırlamak.
Ama hep istenir bir defa sürülünce toprak bulgur gibi olmalı. Oysa ya kına gibi olur toprak ya da moloz taşlara benzeyen kesekler bir türlü ufalanmaz.
Organik madde eksikliği pek dikkati çekmez topraklarda. Var mıdır yok mudur çok da dikkate alınmaz. Oysa toprağın mayasıdır. Toprağın işlenmesi, imana gelmesi, zenginliği, bereketi organik maddeye bağlıdır. Gübreden daha önemli olmasına rağmen, gübre kadar kıymet verilmez.
İdeal bir tarla toprağında % 5 oranında organik madde bulunması gerekir. Oysa Türkiye genelinde olduğu gibi, bölgemiz topraklarında da organik madde % 1’in altına düşmüştür. Organik madde yetersizliği, toprağın küme yapıdan teksel yapıya geçişini hızlandırmakta, havalanma, ısınma, su emme kapasitesi başta olmak üzere birçok özelliğini olumsuz yönde etkilemektedir. Sulanan alanlarda organik madde yetersizliği daha belirgindir ve daha önemli sorunlara neden olmaktadır.
Organik madde öncelikle kil, silt ve kum taneciklerinin bir araya gelerek toprağın küme yapı (agregat) oluşturmasını sağlamaktadır. Küme yapıda, organik maddece zengin olan topraklar, iyi havalanmakta, ilkbaharda daha çabuk ısınmaktadır. Havalanma kapasitesinin artması etkili kök derinliğini artırmakta, bitkiler daha geniş toprak kitlesinden yararlanabilmektedir. Daha derinlere inen kökleri sayesinde kuraklığa daha fazla dayanabilmektedirler.
Toprakta organik madde, toprağın su infiltrasyon (su emme) kapasitesini artırdığı gibi, su tutma kapasitesini de artırmaktadır. Daha uzun süre tutulan tarla kapasitesindeki su, bitki besin maddelerinin yarayışlılığını bir kat daha artırmaktadır.
Organik maddece fakir topraklarda, yetersiz havalanma nedeniyle kökler toprağın üst kısımlarında yoğunlaşmakta, daha fazla gübre ve sık sık sulamaya gereksinim göstermektedir. İşlemesi zorlaşmakta, sürekli kesek oluşturmaktadır.
Organik madde kaynaklarının başında çiftlik gübresi gelmektedir. İyi hazırlanmış, yanmış çiftlik gübresi iki yılda bir sulanan alanlarda dekara 2 ton, kıraç tarlalarda ise üç yılda bir dekara 2 ton hesabıyla verilmeli ve toprağa karıştırılmalıdır. Bitkisel üretime dayalı faaliyet gösteren işletmelerde çiftlik gübresi ya temin edilmeli veya topraktaki organik maddeyi artırıcı uygulamalara yer verilmelidir.
Organik maddeyi artırmak için en iyi yol yeşil gübrelemedir. Bu amaçla yetiştirilebilecek çok sayıda bitki türü olmakla birlikte, en iyisi kışlık tek yıllık baklagilleri yetiştirmektir. Özellikle yoğun sebze ekiminin yapıldığı sulanan alanlarda adi fiğ, Macar fiği ve bakla gibi kışlık tek yıllık baklagiller kasım ayında ekilerek çiçeklenme döneminde, mayıs ayı başında toprağa karıştırıldığında, 2 ton çiftlik gübresine eşdeğer organik madde ve bir torba %26’lık Amonyum Nitrat gübresine bedel azot bırakmaktadır. Fiğ türleri aynı zamanda ot için de değerlendirilebilmektedir. Ot için biçildiklerinde dahi, anız ve kökleriyle toprağın organik madde ve azot içeriğini artırmakta, kendilerinden sonra dikilen biber, domates gibi sebze türlerinde verim ve kaliteyi önemli derecede yükseltmektedir. Aynı zamanda gübre ve sulama masraflarını da azaltmaktadır.
Gerek çiftlik gübresi, gerekse yeşil gübreleme uygulamalarına iki yılda bir yer verilmesiyle tarım alanlarında hemen bütün kültürel işlemler kolaylaştığı gibi, verimlilik düzeyleri de önemli derecede artmaktadır. Domates ve mısır yetiştirilen alanlarda, her geçen yıl verim azalışlarının sebebi topraktaki organik maddenin hızla tükenişidir.
Tarlanın daha kolay işlenmesi, verilen gübre ve suyun daha iyi değerlendirilmesi, daha kaliteli ürün ve yüksek verim alınabilmesi için organik maddenin artırılmasında yarar vardır. Aksi takdirde verilen emek ve masraflar istenilen ölçüde gelire dönüşmemektedir.