26 Şubat 2008 Salı

ÇIKRIKÇI DEDE

ÇIKRIKÇI DEDE

Prof.Dr. Harun BAYTEKİN

Sevgili Okurlar,
Gazete ve diğer yayın organlarında izlemişsinizdir belki, Altın Bilezik Ege Ekibi olarak Teknolojiye Yenik Düşen Meslekler ile ilgili belgesel bir film hazırlama çalışmaları içindeyiz. Araştırma çalışmaları esnasında, bütün gizleriyle kaybolup gidecek çok ilginç hikâyeler de ortaya çıkıyor. Bunları sırası geldikçe sizlerle paylaşmaya çalışacağız.
Sene 1920’ler. Hikayeyi anlatan dedenin tevellütü 33’lü olarak geçtiğine göre, bu olayın, 1920-1923 yılları arasında geçmesi gerekir. Koca kapı çalınır. Kapıya zahmetle gider kadın, yakın zamanda doğacak bebeğini bekliyordur çünkü. Kapıyı açınca, karşısında aksakallı bir dede görür. Aksakallı dede, kadına der ki, sandığının kenarında bir sarı bez olacak onu bana getir. Daha öncesinde hiç tanımadığı bir insanın, sandığının kenarındaki sarı bezi biliyor olmasının şaşkınlığını yaşayan kadın, yine de bezi alır dedeye getirir. Bu arada, Tanrı misafiri aksakallı dede, kızım senin bir oğlun olacak, adını Ümmet koy olur mu der ve gider. Kadın, bu olayı kocasıyla da paylaşır ve kırk günün sonunda aksakallı dedenin de söylediği gibi, bir oğlu olur. Adını da Ümmet koyarlar. Ancak nüfus memuru Ümmet yazacağı yerde Himmet yazarsa da, Ümmet diye çağrıldığı için adı öyle bilinmiştir herkes tarafından. Ümmet büyümüştür, eli işe yatkın becerikli bir genç olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’nda, dört yıl boyunca askerliğini Gelibolu’da sıhhiye onbaşısı olarak yapmıştır.
Askere gitmeden önce işi ağaç malzemeden çıkrık, çocuk beşiği, oklava, sarımsak döveci yapmak olan Ümmet, askerden döndükten sonra da aynı işine devam etmişti. Sanatkârlık bir tutkuydu O’nun için. Altın bileziğiydi. Elinde keser ve testeresiyle nereye gitse, geçimini temin ederdi. Kimin kızına görücü gitse, kapıdan nişanlı çıkacak durumdaydı o yıllar için. Hem altın bir bileziği vardı kolunda, hem de askerliğini sıhhiye onbaşısı olarak yapmıştı. Hani anlatmazlar mı, sadrazam kız istemiş, bir mesleği, altın bileziği olmadığı için vermemiş debbağ ustası. Ümmet Usta da öyle bir altın bileziği koluna taktığı için, bu dünyada aşını, ekmeğini kazanmak için, hiçbir zaman, ele güne muhtaç olmayacağını düşünmüştü.
Askerden önce, ustasıyla başladığı altın bilezik mesleğinde, yıllar boyunca, binlerce çıkrık yapmıştı. Çıkrıklarda, yünden, yapağıdan pamuktan ipler eğrilmiş, çoraplar, kazaklar örülmüştü. İmal ettiği çıkrıkların eskiyen kısımlarını, iğini, elciğini, kaşıklarını değiştirmişti bir “Allah Razı Olsun”a. Yüzlerce çocuk beşiği yapmıştı, irili ufaklı. Çoğunu sipariş üzerine yapıyordu beşiklerin. Doğduktan sonra teslim edilmek üzere, erkek veya kız olacağı bilinmeyen çocuklar için. Beşiklerin çoğu salıncaklı ve asmalıydı. Tarlaya bahçeye kolayca taşınabiliyordu bir atın veya eşeğin üzerine bindirilerek. Bir meşeye, bir ahlat ağacına kolayca asılıveriyordu sallamak için. Ne çocuklar büyümüştü içlerinde. Komşu köylerden bile sipariş alıyor, yetiştirmek için gece gündüz demeden çalışıyordu. Alnının terine ilave ettiği malzemesi, bir keseri bir testeresiydi, bir de köyün yakınındaki dere boyunda kendiliğinden yetişen, çınar, karaağaç ve meşe ağaçları...
Çıkrık ve beşik malzemelerinden artanlarından da, lazım olur diye oklava, sarımsak döveci de yapıyordu. O zamanlarda, bütün evlerde tarhana çorbası, kendi yaptıkları tarhanayla pişirildiğinden sarımsak dövecine, yufka evlerde açıldığından, oklavaya çok ihtiyaç duyuluyordu. Oklavayı, döveçi yetiştirmek için, kimi zaman kıyamadığı çıkrık ve beşik yapacağı güzelim ağaçlardan bile kullanmak zorunda kalıyordu.
Yılları farketmedi, siparişleri yetiştirmeye çalışırken. Saçı beyazladı önce, gözleri zor seçmeye başladı, kulakları da zor işitir olmuştu. Elleri de eskisi gibi hassas değildi artık. Ama siparişler o kadar azalıyordu ki, varsın, yavaş çıksındı, yetişirdi nasıl olsa. İşinden kafasını kaldırdığında bir de baktı ki, istemiyorlardı artık eskisi gibi, gözünün nuru, el emeğini. Ne yapacağını düşündü, yıllar ihanet etmişti parmaklarına. Keseri çoğu zaman kaçırmaya başladığını farketmişti bir süredir de, yapmayı istediği güzellikte şekil veremiyordu ağaca.
Çıkrıkçı Dede, şimdi yine çıkrık, yine beşik, yine oklava ve yine sarımsak döveci yapmaya çalışıyor, minyatürlerinden bu kez, zamana ve tükenişe meydan okurcasına. Hani, evimin köşesinde hatıra olarak dursun diyenler için. Aslında bütün ustalar gibi tükenişi yaşıyor Çıkrıkçı Dede de. Gözü doluyor belki, eskiden her eve lazım olanların, şimdi köşede dikkat bile çekmeyen bir vitrin süsü olmasına alınıyor, keseri ağaca değerken.
Seksenli yaşların belki de sonlarında ama hala altın bileziğini icra edebilmek için savaşıyor. Başka da bir iş yapamaz ki, zaten içinde doğmuş mesleğinin. Ancak zaman, başka bir zaman olmuş gibi. Kabullenmekte zorlanıyor bunu Çıkrıkçı Dede. Koyunlar kırkılıyor, pamuklar toplanıyor, bir tutamı dahi ayrılmadan satılıyor. Herkes konfeksiyon giyiyor. Hem çıkrıkta ipi kim eğirecek, zor iş, hazır ip almak varken. Hem hazır dokunmuşları da çok zaten, kim kazak çorap örecek onca zahmete katlanıp. Açılır, yumulur, rengarenk, erkeğe ayrı kıza ayrı çeşit çeşit beşikler satılıyor, ister plastik, ister metal, ister ahşap mobilya tarzı. Hem insanların zamanı yok beşik yaptırmaya, hem de bu ağaç işi beşikler de mobilyalı evlere yakışmıyor. Evlerde tarhana yapılmıyor artık, nasılsa hazırı var. Sarımsak bu döveçle dövülmüyor, daha estetik döveçleri var, hatta toz halinde bile satılıyor artık büyük alışveriş merkezlerinde. Yufkalar hazır alınıyor, oklavaya ihtiyaç kalmadı nerdeyse.
Çıkrıkçı Dede’den ne çıkrık isteyen var, ne de beşik. Yıllar önce yaptığı çıkrık, evinin altındaki dükkânda, kendisine iplik eğirmek için dokunacak elin birgün gelebileceği sabrıyla o eli bekliyor. Ne dersiniz o maharetli eller, neler yapıyor acaba şimdilerde? Hangi konfeksiyonda, hangi sanayideler?